Çatışmalar arasında bir akıl sağlığı denemesi
Bütün barış süreçleri birer mücadele sürecidir. Devletlerin süreçten beklentisi ve örgütlerin beklentisi örtüşmez. Devletler süreç sonunda savaş sonucu kaybettikleri bazı şeyleri geri almak ister. Bunlar hukuğun tekrar devlet elinde tekelleştirilmesi, çoğullaşmış farklı hafıza ve anlatıların tekleşmesi ve sermayeye kapanmış olan coğrafyanın tekinleşerek sermayeye açılmasıdır. Bu açıdan barış süreçleri sadece sermayeci-milliyetçi ya da süreç içerisinde sermayeci-milliyetçileştirilebilen hareketlerle yürütüldüğünde nispeten başarıya ulaşmıştır. Ancak örneğin şu an Kolombiya’da Latin Amerika’yı etkileyen sol dalgaya rağmen izlediğimiz gibi FARC gibi sol görüşlü örgütlerle devletin anlaşması ve başarılı bir barış sürecinin masada gerçekleşmesi zordur. Çünkü sol örgütlerin amacı her zaman egemenliğin ve zenginliğin paylaşımından fazlası olmuştur. Sol örgütlerin yasayı, sermayeyi ve tarih anlatılarını temelden sarsan talepleri ve eyleyişleri, var olan devlet yapısı radikal olarak dönüşmediği sürece kapsanamaz kalır. Üstelik bir çok başarılı sayılan barış sürecinde dahi Güney Afrika ya da İspanya’da olduğu gibi dışarıda kalan gruplar olur. Bu gruplar kimi zaman ultra milliyetçi bir kimlik içindeymiş ya da kural tanımaz bozguncularmış gibi gözükseler dahi, taban buldukları oranda aslında tam da yasaya, sermayeye ve egemen tarihe karşı ezilenlerin tasfiye edilemez iradelerini temsil ederler.
Türkiye’de geldiğimiz noktayı daha evvelden bir kaç kez bahsettiğimiz bu çerçeve içinde ele almak olaylara reel politikanın çıkmazları ve zehirleyici dili dışında bakmamızı sağlayabilir.
Baştan beri AKP ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin özellikle toplumsal konular, kadın özgürlüğü, ekoloji, iktisadi politikalar ve Ortadoğu’da konumlanış açısından içinden çıkılamaz, uzlaşılamaz farkları vardı. Bunların masada hallolmayacağının ve barış sürecinin çetin bir müadele olacağının hepimiz farkındaydık. Ancak iki mesele bize umut veriyordu. Bunlardan birincisi Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış sürecini stratejik gördüğüne dair beyanları ve Abdullah Öcalan’ın süreci garantiye almak konusundaki mekanizma oluşturma ısrarı. Bu ikisini Kürt Hareketi’nin mücadelesini silahsız sürdürme konusundaki kararlığı olarak okumuştuk.
Bu esnada neler oldu? AKP öncelikle Kürt hareketi’ni milliyetçileştirmeye, Barzani’ye yakınlaştırmaya, PKK dışında aktörler oluşturmaya çalıştı. Baraj ve kalekol yapımıyla, havaalanı, TOKİ vs gibi projeleriyle coğrafyayı tekinleştirmeye ve yasayı tekelleştirmeye çaba gösterdi. Bir yandan da Rojava’ya tel örgüler çekerek geçişken sınırları zapt etme yoluna gidiyordu. Gene AKP’nin önceki tüm yönetimlerden bir kopuşu simgelediğine ve tüm milleti temsil ettiğine dair söylemler geliştirerek tarihi tekleştirme yoluna gidiyordu. Tıpkı tüm hükümetlerden bekleneceği gibi.
Öcalan ise hem Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu süreçte sağ bir milliyetçilikle ikame edilmesine karşı, ideolojisini garanti altına almak, hem de çözümü tüm Türkiye’ye toplumsallaştırmak için HDP’nin kurulmasını salık verdi. HDP mücadelenin legal alana taşındığının, kapsam alanını arttırdığının ve inşa sürecinin başladığının habercisiydi. Herkesin rolü yerli yerinde gözüküyordu. HDP, Türkiye’deki değişimin öncüsü, PKK öncelikle Kürt halkının ve belki de uzun dönemde tüm ezilmiş Ortadoğu halklarının garantisi, Rojava ise demokratk otonominin hayata geçirilip örnek teşkil ettiği yer olacaktı. Heyet ve Öcalan masada mücadelenin sürdürülebileceği bir yasal ortamı sağlayacak ve belki de hükümet ve devlet kanatlarını bundan çok daha fazlasına ikna edecek, yıllardır sürmüş savaşın ve çatışmanın yaratmış olduğu ortak tecrübe ve samimiyet ortamında yeni bir müzakere geleneği geliştireceklerdi.
AKP’nin HDP karşısında aldığı yenilgi aslında çözüm sürecinde kazananın devlet değil Öcalan ve örgüt olduğunu gösteriyordu. Halk PKK’yi pasifize eden ve onlara AKP’nin dayattığı toplumsallıkta bir statü biçen projeye hayır, HDP ile yürütülecek radikal demokrasi mücadelesine evet diyordu. Buradan bakarsak seçimlerde alınan yenilgi tabiki AKP için sürecin bittiği anlamına gelecekti.
Eğer Öcalan’ın ısrarcı olduğu yasal çerçeve ve izleme heyeti kabul edilmiş olsaydı gene de bu günler önlenebilirdi. Bu ısrarın karşılık bulmaması dahi bir başarısızlık değil. Çünkü bu ısrarın kendisi bir hakikati ortaya çıkardı ve şimdi yapılan tartışmaların bir çoğunda tam da bu noktada AKP, Erdoğan, Akdoğan vs. açığa düşüyorlar. Ayrıca sürekli Cihangir’e, Nişantaşı’na atıfta bulunarak asıl asabiyetlerinin kendi milli projelerinin iflası ve HDP projesinin başarısı olduğunu gizleyemiyorlar.
AKP bu yeni sürece uyum sağlayabilirdi. Muhafazakar ancak demokratik bir toplumu savunabilir, Müslüman demokratlar, sosyal demokratlar, faşist ulusalcılar ve sosyalist feminist ekolojistlerden oluşan blokların rekabetini devam ettirecek anayasal çerçeveyi sağlayabilirdi. Tüm Avrupa’da olduğu gibi. Böyle bir duruma razı olmamasının sebebinin yolsuzluklar olduğuna kuvvetle inanıyorum. Ne girmiş olduğu maddi bağımlılık ilişkiler, ne girdiği derin örgüt ilişkileri buna izin vermedi.
Rojava
Öcalan’ın baştan beri altını çizdiği başka bir mesele daha vardı. Barış görüşmelerinin ilk gününden beri kalıcı diplomasi çalışmaları yapılması gerektiğini söylemişti. Bu hükümetlere değil halka dayalı bir diplomasiydi. Türkiye’de, Kürdistan’da, Avrupa’da ve Ortadoğu’da. Bu da barışın başka bir garantisi olacaktı.
Savaş vahim bir şey, daha önce de yazmıştık. Kürtlerin Rojava’da kazandıkları başarı bir yana Rojava’da yaşanan savaş tüm bu süreçleri son derece çetrefilleştirdi. Öncelikle diplomasinin yönü ve yöntemini belirledi. Her ne kadar sahada halkların bir arada yaşamasını sağlasa da bir yandan diplomasinin merkezine Rojava’yı oturtur ve barış sürecini ikinci plana atarken, bir yandan da hem Arap halkları ve gruplarıyla, hem İslami kesimlerle, hem de diğer Kürt örgütleriyle yapılması elzem müzakereleri zorlaştırdı. Şu sıralarda Amerika’nın pozisyon değiştirmesi ihtimalinden bahsediliyor. Kimi zaman Rojava’dan Esad ve ordusu ile ilgili olası ittifakların haberleri geliyor. Özgürlük Hareketi ve HDP’nin sahada geliştirdiği ilişkilerin hükümetlere bağlı diplomasilerin etkisini karşılayabilecek ve savuşturabilecek güçte olduğunu umuyorum.
IŞİD-PKK çatışmasının terimlerinin tamamının Türkiye’ye ihraç edilmesi de ayrı bir sorun oldu Bu hem AKP’nin hem de Kürt Özgürlük Hareketi’nin yaptığı bir hata. Oysa Suriye savaşının Türkiye’ye yansımalarını kısıtlamanın tek yöntemi ne olursa olsun bu terimleri sınır dışında tutmakla olabilirdi. AKP’nin yaptıklarını anlatmak için İŞİD’i işe katmanın lüzumu olmadığını düşünüyorum. Elbette hiç bir savaş sınırları aşmadan durmaz. Nitekim Kürt halkının son üç yılda Kürdistan’ın her yerinden verdiği kayıplar ve AKP’nin Suriye ilişkiler sonucunda kurduğu derin devlet ortada. Yine de düşmanlaştırıcı, muğlak ve toptancı diller hiç bir zaman ezilenlerin işine yaramamıştır. Örneğin bundan bir sene önce katıldığım ve AKP’nin gerçekleştirdiği çözüm çalıştayında AKP’liler arasında şimdi cematten boş kalan yerlerin radikal İslamla kurulan ittifaklarla doldurularak, derin ilişkiler yaratılmasının sancıları ve yol açtığı çatışmalar görünüyordu. Muhaliflerin stratejisi topyekün suçlamalardan ziyade bu çatışmaları derinleştirecek ve bundan rahatsız olanları davetkar bir biçimde içerecek bir dil kurmak olmalıydı.
Çatışma
Çözüm süresince bir çoğumuz araştırma, gazeteceilik ya da barışı pekiştirmek amacıyla Kandil’e gittik. Burada tanık olduğum bir konuşmada tartışan iki tarafa Cemil Bayık’ın verdiği cevabı hatırlıyorum. “Aranızdaki tartışma hakikatle ilgisi olmayan bir tartışmadır. Haklılık tartışması eyer düzeni güçlendiriyorsa hak ve hakikatle ilgisi yoktur. Hakikat ortaklaşarak, eyleyerek ve sistemi gerileterek açığa çıkartılır” minvalinde bir konuşma yapmıştı.
PKK’nin silahlı eylemleri hakikate yönelik midir? Uzun dönemde bir sıçrama yaratacağı kanısındalar mı? İttifak dengeleri mi değişecek? Uluslararası yeni kazanımlar mı elde edilecek? Ya da yeni bir halk ayaklanması mı oluşacak? Kendi adıma henüz PKK’nin uzun dönem planını kavramış değilim.
Bu sorular elbette öncelikle PKK’yi değerlendirecek stratejistler açısından önemli. Ancak ne şu anda yaşadığımız gerçek sonuçları, ne de biz sivil hayatta yaşayanların alacağı pozisyonu etkiler. Bizim alacağımız pozisyonu Demirtaş, Ezgi Başaran’la röportajında eyledi. Savaş bedelleri kadar imkanlarıyla da değerlendirilmelidir. Kısacası biz ilkelerimize sahip çıkarak tüm gücümüzle işimize bakmak durumundayız.
YGD-H’den bahsetmeden geçemem. Çünkü bu yeni süreçin en önemli aktörlerinden biri. Baştan beri bir çok kez özsavunmanın bir grubun silahlanması anlamına gelemeyeceğini, tam tersine sivil savunmanın toplumsalllaşması, halklaşması olduğuna inandığımı belirttim. YGD-H’nin Kürt toplumunu militaristleştirmesi kadar kendilerinin polis tarafından acımasız bir cadı avına maruz bırakılması da örgütün hızla Bask tipi bir Batasuna’laşmaya doğru yol almasına sebep olabilir. Savunma ve intikam arasındaki ince çizgi ancak savunmanın toplumsallaşmasıyla ve YGD’H’nin muhattap kılınması ve kapsanmasıyla aşılabilir.
[Bu metnin orijinali Siyasi Haber`de yayımlandı.]